4 Aralık 2016 Pazar

ALADAĞ'DAKİ YURT FACİASI ÜSTÜNE - İsmail KARA (Karozan)

     ALADAĞ’DAKİ YURT FACİASI ÜSTÜNE

                                                                                               ---İsmail KARA---
       1999 depreminden sonra yapı denetim şirketleri kuruldu.
       Yeni yapılan inşaatların denetimine, sağlamlığı sağlamak için önem verildi.
       İş bununla kalmadı. Daha önce yapılmış olan binalar da (başta kamu binaları olmak üzere) depreme dayanıklılığı açısından kontrola tabi tutuldu. Dayanıklı olmadığı saptanan binaların güçlendirilmesine gayret edildi.
       Tüm bunlar, güzel çalışmalar.
       Lâkin, her şey her yerde tam işlemiyor.
       Özellikle okul, dershane, hastane, yurt gibi çoklu insanları barındıran binalar; eskiden yapılmışsa bunların yapısal özelliği üzerinde mutlaka durulmalı, yangına
ve depreme karşı güçlendirilmelidir. Bu bakımdan tüm belediyelere ve yapı denetim firmalarına çok önemli işler düşmektedir.
       Türkiye, aradan geçen 17 seneye rağmen 1999 depremlerini unutmadı. Bina yönünden her ne kadar sıkıntılar giderilse de, ölenlerin geri getirilemediği gibi yüzbinlerce insanımızın uğradığı travmalar da tedavi edilemedi.
       Bir Hollanda atasözü şöyle der; “Bir eşek aynı çukura iki kere düşmez”.
       O yıllarda yaşanılan çok büyük sıkıntıları ve benzerlerini tekrar yaşamamak ve bu ülkeye yaşatmamak için başta devlet kurumlarımız olmak üzere, elimizden gelen her türlü önlemi titizlikle almalıyız.
       Göz göre göre insanlarımızın ölmesine, çeşitli acı ve ıstıraplara uğramasına asla göz yumamayız, yummamalıyız.
       Şunu unutmayalım ki, hepimiz birbirimizden sorumluyuz.
       Birimizin hatası ya da ihmalinin cezasını, bir başkasının ya da başkalarının çekmesini herhalde istemeyiz.
       Aksini düşünen veya yapan, zaten haindir.
        

21 Ekim 2016 Cuma

ALTEMUR KILIÇ DÜNYASINI DEĞİŞTİRDİ

DUAYEN GAZETECİ ALTEMUR KILIÇ DÜNYA DEĞİŞTİRDİ
ALTEMUR KILIÇ KİMDİR?
1924 yılında Ankara'da doğan Kılıç, Atatürk'ün yaveri ve silah arkadaşı Kılıç Ali'nin oğlu, Türk futbolcu ve Teknik Direktör Gündüz Kılıç'ın kardeşidir. Robert Kolej ve New York New School For Social Research Okulu Siyasal Bilgiler Bölümünü bitiren Altemur Kılıç, uzun yıllar çeşitli gazetelerde muhabirlik, yazarlık, yazı işleri müdürlüğü ve genel müdürlük yaptı. Devlet hizmetinde Washington ve Bonn Büyükelçilerinin Basın Müşavirliği görevlerinde bulundu.
İki kez Basın Yayın Genel Müdürlüğü ve bir defa da TRT'nin kurulması sürecinin başında, Turizm ve Tanıtma Bakanlığı'nın radyo ve televizyonlardan sorumlu danışmanlığını yaptı. Birleşmiş Milletler Sekreteryasının Basın Bölümü'nde uzmanlıktan sonra da UNICEF'in Avrupa Bürosu Enformasyon Bölümü müdürlüğünü yaptı. Birleşmiş Milletler nezdindeki Türkiye Daimi Temsilciliği'nde Orta Elçi olarak bulundu.
1980 yılında emekli oldu. Emekli olduktan sonra TRT Yönetim Kurulu ve Türkiye Radyo Televizyon Yüksek Kurulu (RTÜK) üyeliği yaptı. "Turkey and The World" adıyla 1957 yılında Amerika'da, Türkiye'nin dış politikası konusunda yayınlanmış bir kitabının dışında "Titrek Pusula', "Büyük Kürdistan Küçük Türkiye" ve "Kılıç'tan Kılıç'a Bir Dönemin Tanıklığı" adlı kitapları bulunmaktadır.
Merhuma Allah'tan rahmet ve başta basın dünyamıza sabırlar diliyorum.

11 Eylül 2016 Pazar

BAYRAMLAR (İsmail KARA)

       BAYRAMLAR
                                                         ---İsmail KARA---
       Bayram, şenliktir,
         Bayram, coşkudur.
         Bayram, barıştır.
         Bayram, sevgidir.
         Bayram, kaynaşmadır.
         Bazı şarkılarda geçen; “Her gün bayram olsa”, ya da “Hayat bayram olsa” gibi sözler basit gibi gelir kulağımıza ilk anda ama, oldukça anlamlı bence...
         Bayram havasının özelliği ve güzelliğidir, özlenen, aranan...
         Bayramda eş-dost ve akrabaların birbirlerini ziyaretleri, sevgi ve saygı duygularının yeniden pekişmesi, kıgınlıkların giderilmesi, küskünlerin barışması; çok güzeldir.
         Bayram vesilesi ile gurbette yaşayanlar, memleketlerine gider, oradaki yakınlarıyla bayramlaşır, hoş zamanlar yaşanır.
         Velhasıl, genelde güzeldir bayramı yaşamak...
         Fakat, bazı insanlar için de bayram sevinç kaynağı yerine üzüntü kaynağıdır.  Bir türküde “Bayram gelmiş neyime” diye bayram sitemle anılır.
         Bazıları, bayramlarda kaybettikleri yakınlarını anımsarlar. Üzülür, üzülürler. Onlar ki, adeta bayramın gelmesini istemezler. Ben de gurbet havası yaşarken “Bayram Günleri” diye bir şiir yazmış ve ilk kitabım olan “Birinci Demet” de yer vermiştim. Aşağıya iki dörtlüğünü alıyorum.
         Gözümden birkaç damla yaş döküldü,
         Geldi gene işte bayram günleri…
         İçim kanla doldu, yaram deşildi,
         Geldi gene işte bayram günleri…
         *
         Sıla aklımdan geçti, bir hoş oldum,
         Gurbet acısıyla yine sarhoş oldum,
         Yenildim feleğe, fena tuş oldum,
         Geldi gene işte bayram günleri
         İnsanların çoğunluğu, bayram günlerini yakınları ve dostlarının ziyaretlerini kabul etmekten, kendileri de onları ziyaret etmekten büyük zevk alırken; bunun tersini isteyenler de vardır. Onlar da bayramı herkesten uzak mekânlarda; yazlıklarında, sahillerde, sair turistik yerde
geçirmeye  çalışırlar.
         Bence, bayramlar geleneklerimizi yaşama ve yaşatma açısından önemlidir ve hakkıyla yaşanmalıdır.
         Tüm okur ve dostlarımın bayramını kutluyorum.
          

23 Ağustos 2016 Salı

ŞAPKA DEVRİMİ (Yıl Dönümünde Anımsıyoruz)

Atatürk’ün yaptığı Kültür Devrimlerinden biri

ŞAPKA DEVRİMİ
------------------------------------------------İsmail KARA-----------------
Bu gün Ulu Önder Atatürk’ün yaptığı en önemli devrimlerden birinin yıl dönümüdür.
Atatürk, hem Kastamonu’luların davetlerini yerine getirmek, hem de düşündüğü kılık-kıyafet devrimini başlatmak için; 23 Ağustos 1925 pazar günü sabahın erken saatlerinde Ankara’dan ayrılarak  Kastamonu
yoluna düşer. Yanında Rize Milletvekili Fuat (Bulca), Kütahya Milletvekili Nuri (Conker), Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Tevfik (Bıyıkoğlu), Başyaver Rusuhi, Yaver Muzaffer, Muhafız Komutanı İsmail Hakkı, ve Özel Kalem Müdürü Lütfi beyler de bulunmaktadır.
Önce Kalecik’e uğrayan Cumhurbaşkanı Atatürk ve yol arkadaşları, öğle yemeğini Çankırı’da yerler. Orada halkın büyük sevgisi ve coşkusuyla karşılanır. Akşamüzeri Kastamonu’ya varır. Yalnız il merkezi değil; Küre, İnebolu, Devrekâni, Taşköprü, Daday ilçeleri ile Seydiler bucağı ve Ecevit’i de ziyaret ederler. Uğradığı her yerde büyük tezahüratlarla karşılanan Atatürk, 31 Ağustos 1925 pazartesi günü saat 12 30 da, tüm yeniliklere seve seve kucak açmış devrimci ve gerçek Atatürk’çü Kastamonu ve çevresi halkının dinmeyen gözyaşları arasında, izlenimlerinden mutlu ve fakat ayrılıştan üzgün olarak Çankırı yoluyla başkent Ankara’ya döner.
Elindeki panama şapkasıyla halkı selamlayan Atatürk; “Bu serpuşun ismine ŞAPKA denir” diyerek şapka
devrimini, daha doğrusu “KILIK-KIYAFET DEVRİMİ”ni başlatmıştır.
Şapka devrimine gelininceye kadar Türk toplumu, bugün ancak çoğunun müzelerde göründüğü, değişik topluluklardan alınma acayip giysi ve başlıklarla millî kimliğinden bir kısmını kaybetmiş ve uygar ülkelerin alayına konu olmuştu. Başlarda fes, takke, sarık, kavuk, külâh, kalpak, peçe, çar gibi çeşitli; bedende ise şalvar, zıpkın, cüppe, çarşaf, peştamal ve diğerleri gibi çeşitli gieyecekler… Atatürk’ün deyimiyle “altı kaval, üstü şişhane diye ifade olunabilecek bir kıyafet, ne millîdir, ne de beynelmilel”.
Atatürk, bu devrimle hem ulusundaki kıyafet karmaşasına son vermek istemiş, hem de çağdaş ülkelerin giyimine yaklaşım sağlamıştır.
Yapılan birçok devrime karşı çıkanlar olduğu gibi, kılık-kıyafette yapılan devrime de karşı çıkanlar olmuştur. Bunun bazı örneklerini bugün dahi görmekteyiz. Sokaklarda takke ve kara çarşaf gibi giysilerle dolaşanlara rastlıyoruz.
Atatürk’ün yaptığı  fakat ömrü vefa etmediği için tamamlayamadığı Kültür devrimleri arasında yer alan
KILIK-KIYAFET DEVRİMİ de diğer devrimler (inkılâplar) gibi, çok önemli ve büyük devrimlerden birisidir. ŞAPKA DEVRİMİ adıyla başlatılan bu devrimi; yıl dönümü nedeniyle bir kere daha anımsıyor ve Ulu Önder ATATÜRK’ü de kahramanlığı, idareciliği, devrimciliği ve sosyal alanlardaki düşünce ve başarılarıyla bir kere daha saygıyla anıyoruz.

16 Ağustos 2016 Salı

17 senede, 17 Ağustos 1999 Depremini unuttuk

17 SENEDE, 17 AĞUSTOS DEPREMİNİ UNUTTUK

17 Ağustos depremi, tüm Marmara Bölgesi'nde, 
Ankara'dan İzmir'e kadar geniş bir alanda hissedildi. 
Resmi raporlara göre, 17.480 ölüm, 
23.781 yaralı oldu. 
505 kişi sakat kaldı. 
285.211 ev, 42.902 iş yeri hasar gördü.
Resmi olmayan 
bilgilere göre ise yaklaşık 50.000 ölüm, 
ağır-hafif 100.000'e yakın yaralı olmuştur. 
Ayrıca 133.683 çöken bina ile
yaklaşık 600.000 kişiyi evsiz bırakmıştır. 
Yaklaşık 16 milyon insan, depremden 
değişik düzeylerde etkilenmiştir


31 Temmuz 2016 Pazar

ÇOCUKLAR KÖYÜ BİLMELİ (İsmail KARA) ------------

       ÇOCUKLAR KÖYÜ BİLMELİ
                                                             ---İsmail KARA---
       Uzun yıllardan beri köylülerimiz şehirlere akın etti.
         Bunun sonucu çarpık kentleşme gelişti (-).
         Büyük şehirler gecekondu dediğimiz çoğu salaş binalarla doldu.
         Siyasî erk, bu durumu önleme yerine gecekondulara her türlü hizmeti verdi ve adeta teşvik etti.
         Daha sonra çoğunluğu kamu arsaları üzerinde yapılan gecekondulara tapuları verildi.
         Çarpıklık üstüne çarpıklık derken; kentsel dönüşüm başladı.
         Gecekonduların yerlerine apartmanlar dikildi.
         Her gecekondu sahibi, birkaç dairenin sahibi oldu bu kez...
         Bunlara sanırım dünyada ender rastlanılır.
         Son olarak “Köye Dönüş Projesi” başlatıldı.
         Kentlere iyice yerleşen köylüm, köyüne döner mi şimdi?
Çoğu büyükler, köylerini unuttu. Çoğu çocuk, köyü hiç bilmiyor.
         Dün bir eğitim kurumunda çalışan arkadaşım Müjdat Sanat’la konuşuyorduk. Bana aynen şunları söyledi;
         “Çocuklar köyü tanımalı. Bazı kurumlar başarılı öğrenciler için gezi-tatil programları düzenliyor. Bunları keşke köylere yönelik yapsalar. Onlara köyleri tanıtsalar, köyde hayatı öğretseler daha iyi olmaz mı? Üstelik köye dönüş projeleri başlatılmışken”...
         Müjdat bey de bir köy çocuğu ve onbeş gün kendi köyünde tatil yapmanın zevkini tatmış. Bir dağ köyünde geçirdiği o onbeş günü de bana ballandıra ballandıra anlattı ki, öyle bir köye gidesim geldi.
         Evet! Çocuklarımızın çoğu atalarının içinde yetişip geldikleri köylerini bilmiyor. Çocuklar yavaş yavaş köyü, köylerini tanımalı. Müjdat beye aynen katılıyorum. Yarınlarda köye döndüklerinde şaşırıp kalırlar yoksa... Yediğimiz meyvelerin, sebzelerin, esas maddesi buğday olan ekmeğimizin nerelerde nasıl yetiştiğini öğrenmeli...
        Köyün havasını, suyunu tatmalı, doğallıklarını yakından görmeli...
        Yazları “tatile gitme” de düşünülen şey deniz kenarları oluyor. Köyler, yaylalar akla hiç gelmiyor.
        Oysa, Anadolu’da  tatillik çok köyler, beldeler, kasabalar var. Bol bol temiz hava/oksijen depolayabileceğiniz ne güzel yerler var. Doğa sporları yapabileceğiniz  yerler var. Özetle oralarda sağlık var, sağlık.
        Bazı hastalıkların tedavisi bile oralarda... Doktorlar bile bazı hastalarını bol oksijenli ormanlık yerlere gönderiyor, biliyorsunuz.
        Çocuklarımız köyü tanısın, doğal güzellikleri görsün.
        Ulu bildiğiniz şey deniz olmasın!
            

20 Temmuz 2016 Çarşamba

KAZIM MİRŞAN (Ünlü Türkolog-Prof.Dr.) VEFAT ETTİ

KAZIM MİRŞAN KİMDİR?
(04.07.1919-20.07.2016)
Doğu Türkistan’ın İli Nehri üzerindeki Gulca kentinde, 4 Temmuz 1919’da dünyaya geldi. 1932’de öğrenimine İstanbul’da devam etti. Boğaziçi Lisesi’nden mezun olduktan sonra 1940’ta Yüksek Mühendis Mektebine girdi. 1942’de üçüncü sınıftayken Almanya’ya giderek Berlin’de “Technische Schule”‘de okudu. 1946 yılında Türkiye’ye döndüğünde tekrar başlatılan Irkçılık-Turancılık Davasına tanık olarak çağırıldı. İstanbul Teknik Üniversitesi olarak adı değiştirilmiş olan Yüksek Mühendis Mektebinde, inşaat yüksek mühendisliğini okumaya devam ederek 1947’de mezun oldu.
İnşaat mühendisi olarak Almanya, İsviçre ve Türkiye’de çalıştığı sırada hobi olarak eski Türkleri araştırmaya başladı.
Almanca, Rusça, İngilizce ve Türk lehçeleri (Tatarca, Özbekçe, Başkurtça, Tarançıca, Kaşkarlıkça (yani Uygurca), Kazakça, Kırgızca, Azerbaycanca, Türkiye Türkçesi ile kendi ana lehçesi olan, Tümenlikçe) dışında Yunanca, Latince, İtalyanca’yı meslek araştırmalarına yarayacak kadar bilen Mirşan, hayatının büyük bir kısmını Ön Türk tarihi ile ilgili araştırmalara adadı.
O'NU UNUTMAYACAĞIZ.
MİRŞAN HOCA'YA ALLAH'TAN RAHMET DİLİYORUZ.

7 Temmuz 2016 Perşembe

       İ L K E L L İ K                 
                                                             ---İsmail KARA---
         Eski çağlarda insanlar daha çok avcılık yapar, etle beslenirlermiş.
Hatta, ateşin keşfinden önce etleri çiğ çiğ yerlermiş.
         Bırakın hayvan avlayıp yemeyi, insan insanı da yermiş. İnsan eti yiyen insanlara, “Yamyam”  denildiğini biliyoruz.
         Şimdi, böyle bir şey yok ama insanın insana yaptığı işkenceler ve çeşitli zulümler , katliamlar bir türlü sona ermiyor.
         Özetle, insanın insanı yeme şekli değişti.
         Bir Kızılderili Atasözü der ki; “İnsan iki ruhludur, içinde bir iyi bir de kötü köpek kavga eder, hangisini daha çok beslersen o kazanır”.   
         Bir başka söz ise şöyledir; “İ nsanlar çok  şeyi öğrendiler. Fakat bir şeyi öğrenemediler; kardeşçe yaşamayı” ...
         Dünya insanlarının barış ve huzur içinde kardeşçe yaşamasını istemeyen, insanın içindeki kötü köpeği besleyen; kavgalardan türlü çıkarlar sağlayan bir zihniyet var ortada... Kötücül bir güç var. Bu güç yokedilmedikçe, barış ve huzuru sağlamak zor.
         Dünya ülkeleri hep silahlanıp savaşa hazırlanıyor. Barışa, huzura hazırlanmayı ise adeta gözardı ediyorlar.
         Ben diyorum ki; “Şu çağda insanın insana en küçük zulmü bile ilkelliktir”.
         Bırakın en küçük zulmü, olmadık çıkarlar için insan insanı öldürebiliyor. Ben kimseye zararı olmayan küçük bir hayvanı bile öldüremem arkadaş!
         Her türlü ilkellikle savaşmak ve onu yok etmek lâzımdır. Bu da ancak eğitimle olur.
         Eğitimin gayesi, insanı zararlı alışkanlık ve hareketlerden korumak,
kendisine ve diğer insanlara karşı yararlı birey olarak yetiştirmektir.
         Atatürk de bir sözünde dünya insanlarının her türlü kin ve nefretten uzak bir şekilde eğitilmesi gerektiğine işaret eder.
         Teknolojinin gelişmesi, dünyadaki gelişimi ifade etmez.
         İnsanlık ahlâken gelişiyor mu?
         İşte bütün mesele burada...
         Uzmanların araştırmalarına göre tüm dünyada ahlâk giderek erozyona uğruyor, çöküyor.
         İnsanlık daha da uygarlaşacağına, aksine ilkelleşiyor.
         Teknoloji bakımından ilerlemek o kadar da önemli değil. Albert Einstein bile bakın ne diyor;
         “Yeryüzündeki şartIarın düzeImesi, sadece biIimseI buIuşIardan çok ahIâkIı bir yaşama düzeninin gerçekIeşmesine bağIıdır”.

5 Temmuz 2016 Salı

VEFA,ZAMAN,ÇIKAR (İsmail KARA) --------------------

      VEFA,ZAMAN,ÇIKAR
                                                                   ---İsmail KARA---
        Başta “vefakâr” dediğimiz insanlar olmak üzere pek çok kişi, günümüzde “vefa” denilen insancıl bağların koptuğunu, hızla yok olma düzeyine doğru düştüğünü söylüyorlar.
        Buna ben de katılıyorum.                                     
        Bir radyoda program yaptığım zamanlarda birkaç kez konuğum olan rahmetli dostum Prof.Dr.İsa Kayacan;
        “Vefa, artık belleklerimizde İstanbul’un bir semti olarak kalacaktır. Bunu üzülerek gözlemliyorum” derdi.
        Bir başka şair dostum Osman Taş ise, sayfasında şunları yazmış;
         “Ey vefa, neredesin? Uzun zamandır ortalar da yoksun! Sen mi herkesi terk ettin, yoksa herkes mi seni terk etti.
        Halbuki sen ne güzel dosttun! Birbirimizi çok sevmiştik. Bu ayrılık çok derin yaralar açtı yüreklerimizde. Sensiz çok perişan olduk, çok bencil olduk. Ne olur gel de bitsin bu ayrılıklar, bu kırgınlıklar, arkadan vurmalar ve nankörlükler.
         Gelde yeniden başlasın kardeşlikler,dostluklar, kadirbilirlikler, diğergamlıklar. Gelde gülsün gariplerin, iyilerin yüzü! Gel de sevinsin yüreği yangınlar, üzülsün nankörler.
         Ne olur gel artık, çok uzadı bu ayrılık!
         Seni terk etmeyen bir ben kaldım. Eğer gelmezsen , ben de terk edeceğim seni!
         İşte o zaman kıyamet kopacak!”.
         Vefa, geri gelip eski yerine oturmazsa; kıyamet kopar mı bilmem ama, tamamen giderse herhâlde iyi de olmaz.
         Peki! Bu vefa neden bizden uzaklaşıp duruyor?
         Çağımızda insanlar, daha çok maddesel şeylerin, paranın, çıkarın peşine düştü. Düşlerde hep onlar, o tür şeyler var. Çok şeye ekonomik gözlüklerle bakıyorlar.
         Zaman, maddeci zaman ki, maneviyatı yerden yere vuruyor.
         Bu madde/maneviyat savaşında, madde galip gelmeyi sürdürüyor.
         Sevgi,saygı gibi değerler de bu arada kaynayıp gidiyor.
         E.General Şair Fazıl Bayraktar’ın şu dörtlüğü de bakın ne güzel;
         Sevin dostlarınızı gönül sıcaklığınca;
         Sırt dönün dargınlığa, kine, nefrete, hınca;
         Sevmenin, sevilmenin, dostluğun kıymetini,
         Gün gelir anlarsınız yapayalnız kalınca.
 
           

GEL SEVGİDE BİRLEŞELİM

        GEL SEVGİDE BİRLEŞELİM
                                                                           ---İsmail KARA---
        Sevgi üstüne çok şiir, çok yazı yazdım, yayınladım. Çünkü, sevginin gücüne içtenlikle inanmaktayım.
        Dünyadaki kötülüklerin çoğunluğu, sevgisizlikten, sevgi noksanlığından meydana gelmektedir.
        Sorarım size, sevdiğiniz birine kötülük edebilir misniz? Hatta onun başka bir yerden, ya da başkalarından zarar görmesini ister misiniz? Cevabınız mutlaka “hayır” olacaktır.
        Ben sevdiğim bir insanı asla üzemem, incitemem, kıramam.
        İnsanların çoğunda aynı duygu ve düşünceler hakimdir.
        Bugün bazı dünya ülkeleri de aynı şekildedir. Zira ülkelerde insanlar tarafından yönetiliyor.
        İki dost ülkenin birbiriyle savaştığı kolay kolay görülmez.
        Çağımızda teknoloji çok ilerlemiştir. Ama insanlık, aksine gerilemektedir. Yoksa,
bu çağda şu savaşlar, şu katliamlar olmazdı.
        Değerli şair dostum Mehmet Kındap da aynı görüştedir ki, güzel bir şiir yazmış ve diyor ki; “Gel Sevgide Birleşelim”. O’na aynen katılıyorum. Okuyalım birlikte;

        Bu tuzağı düşman kurdu 
        Gel sevgide birleşelim 
        Barış sarsın bütün yurdu 
        Gel sevgide birleşelim 

        Kafa tasına bakmayın 
        Fitne ateşi yakmayın 
        Birlik yolundan çıkmayın 
        Gel sevgide birleşelim 

        Hacı Bektaş Yunus gibi 
        Bahar gelsin dinsin tipi 
        Kale gibi olsun yapı 
        Gel sevgide birleşelim 

        Ulus devlet birliğimiz 
        Ay yıldızdır bayrağımız 
        Anadolu toprağımız 
        Gel sevgide birleşelim 

        Sakaryadan zap suyuna 
        Yatalım koyun koyuna 
        Gelmeyelim şer oyuna 
        Gel sevgide birleşelim 

        ATA demiş cumhuriyet 
        Çağdaş uygar medeniyet 
        Kalkınmaya olsun niyet 
        Gel sevgide birleşelim 

3 Temmuz 2016 Pazar

G İ D E R E K (İsmail KARA) ---------------------------------------

GİDEREK
                               ---İsmail KARA---
Çok şeyler değişti hayatımızda.
Çok şeyler eksildi.
Kafamız eski kafa değil.
Ellerimiz zıt kutuplarda,
Değişik yönlerde ayaklarımız
Yürekler birlikte çarpmıyor.
Nabzımız eski nabız değil...
Yok içimizde eski heyecanlar.
Yok oldu eski çoşkular.
Narkozlu hasta gibiyiz.
Neşter değdi değecek tenimize,
Yanacak canımız, yanacak da
Belki, belki uyanacak da
İnsanlar  belki...
Nasıl girdiler beynimize,
Nasıl uyuşturulduk?
Dostlar, dostlar biz
En onulmaz yerimizden
Vurulduk,
Yaramız derinlerde...
Nasıl bir morfin bu?
Olmaz olsun böyle uyku?
Aylarca, yıllarca süren,,,
Kimse açmıyor gözünü,
Herkes saklıyor ikincil yüzünü,
Yaşam bir tiyatrodur biliyorum,
Ama bu nasıl perde,
Bu nasıl oyun?
Gözlerimiz hep yerde,
Olmuşuz sanki koyun...
Otumuzu alıyorlar önümüzden,
Susuyoruz.
Etimizi çalıyorlar canımızdan,
Susuyoruz.
Sürüyorlar bizi ileriye
İlerisi güllük, gülüstanlık diyerek.
Oysa bataklık, dikenlik ötesi...
Gözlerimizi daha daha yumup,
Yaklaşıyoruz giderek...

15 Mayıs 2016 Pazar

TÜLAY AKSAR RESİM SERGİSİ AÇILDI

      TÜLAY AKSAR RESİM SERGİSİ
                                                                                ---İsmail KARA---  
       Tülay Aksar kişisel resim sergisi, geçtiğimiz gün Atlantis AVM’de açıldı.
       Bir süredir AGİKAD (Ankara Girişimci Kadınlar Derneği) da resim kursu veren ressam Tülay Aksar, Atlantis AVM (Batıkent) de kişisel resim sergisini açtı.
       Daha önce bazı karma resim sergilerine katılan Aksar’ın kişisel bu resim sergisi, resimseverler tarafından ilgiyle izlendi.
       Aksar, resim sergisinde, bazı kursiyerlerinin resimlerine de yer verdi.
       Açılışa AGİKAD yönetim kurulu üyeleri ile katılan Başkanı İnsaf Kılıç, sanatın toplum hayatında çok önemli bir işlev gördüğüne işaret eden kısa bir konuşma yaptı ve Ressam Aksar’ı özverili çalışmaları nedeniyle kutladı. Kılıç, Aksar’a ayrıca bir plaket sundu.
       TÜLAY AKSAR KİMDİR?
       1968 yılında Kayseri' de doğdu. İlk -orta ve lise öğrenimini Ankara-Yenimahalle 'de tamamladı. Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Peyzaj Mimarlığı Bölümünden 1990 yılında mezun oldu. Özel sektörde peyzaj mimarı olarak çalışıp emekli oldu.
       2007-2012 yılları arasında  ''karakalem, yağlıboya, suluboya, pastel ve gravür '' ile ilgili resim kurslarına katıldı. 2015 yılından beri resim kurslarında '' karakalem, suluboya, pastel ve gravür '' dersi veriyor. Evli ve 2 kız annesidir.

     
       80 YAŞINDA YENİ BİR RESSAM
       Resam Tülay Aksar’ın resim kursuna katılan 80 yaşındaki Yaşagül Evir’in yaptığı tablolar da sergide oldukça dikkat çekti. Eserleriyle gençleri adeta kıskandırıyordu. Açılışa katılan çok kişi, Yaşagül teyzeyle yakından ilgilenip O’nunla sohbet etti.

      

10 Mayıs 2016 Salı

NİNNİLERLE BÜYÜDÜK - İsmail KARA

      NİNNİLERLE BÜYÜDÜK
                                                            ---İsmail KARA---
       Ninnilerle büyüdük biz.
       “Uyusun da, büyüsün yavrum, ninni!” derdi hep annemiz.
       Uyku, küçük çocuklar için gerekli bir şey, bir gıda…
       “Uyusun da, büyüsün yavrum, ninni” sözlerine ta bebekken o kadar alıştık ki; kulaklarımızın derinliklerine işledi.
       Vücutlarımız gelişti, kocaman insanlar olduk, bir türlü unutamadık.
       Ve, ve uyumaya devam ettik.
       Neden?
       Çünkü, büyüklerimiz, muhterem büyüklerimiz; bizleri uyutmak için o kadar “ninni” üretip söylediler ki, deme gitsin.
       Biz uyurken, onlar da rahat rahat işlerini gördüler.  Kapacakları parsayı kaptılar; alacakları hanı, apartmanı, arsayı aldılar biz uyurken…
       Bir iş arkadaşım vardı, şöyle şaka yapardı; “Ben uyurken gözlerim görmüyor yahu”…
       Onun dediği gibi, gözlerimiz görmüyordu biz uyurken…
       Gözlerimiz görmeyince, dilimiz de açılmıyordu. Ve diyemedik ki; “Mamamıza dokunmayın, o mamada bizim de payımız var”. 
       Onlar “sade ninniler” söylemekle kalmıyor, bir yandan da masal anlatıyorlardı bize; “Hep birlikte gelişiyoruz, kalkınıyoruz, büyüyoruz” masalları… Ne kadar da mutlu oluyorduk.
       Ne kurtları, ne çakalları ne de Kaf dağının ardındaki devi görmüyorduk.
       Nereden gelmiştik, nereye gidiyorduk; bilmiyorduk. Yollar pusluydu, yollar sisliydi.
       Göremezdik de çünkü uyuyorduk. Gözlerimiz kapalıydı. İlerideki sesleri duymuyorduk, çünkü kulaklarımız da tıkalıydı.
       Babalar işi biliyordu. İyi çalışıyorlardı, biz bu haldeyken… Kardeş üstüne kardeş geliyordu. Analarımız ağlasa da kimin umurundaydı? Onlara zaten sürekli “ninni” söyletmekti amaçları…
       “Uyusun da büyüsün, yavrum ninni”…
       Günün birinde bir büyük baba bu konuda uyarmış ve şöyle demişti; “Uyuyan milletler ya ölür, ya da köle olarak uyanır”.
       Aldırmadık biz ve uyumaya devam ettik.
       Bu bir “Kış uykusu” desek o da değil çünkü biz, yılın dört mevsimi uyuyoruz, yıllardır uyuyoruz.
       Acaba ne zaman uyanırız, diye kimse sormasın. Büyüklerimizin “Uyusun da büyüsün yavrum, ninni” sözleri sürdükçe ve kafamızı yastıktan kaldırıp “Mamamıza dokunmayın” demedikçe; uyumaya devam edeceğiz her hâlde…
       İyi uyanmalar diliyorum.
      

27 Nisan 2016 Çarşamba

SİYASET NEDİR ? - İsmail KARA

        SİYASET NEDİR ?
                                                      ---İsmail KARA---
          Dün bir yazı okudum. 13.ve 14.dönem milletvekili Sayın Enver Turgut yazmış.
          Turgut bu yazısında siyaseti anlatıyor ve özetliyor;
          “Siyaset, kesinlikle bir meslek, meşrep, esnaflık, çıkar veya menfaat sağlama aracı değil, sadece, ülke vatandaşları tarafından; Demokrasinin gereği olarak: “Şerefli-saygın, onurlu-soylu, dürüst ve bilge insanlara verilen, belirli süreli, kamu yararına halkı idare ve idame etme” görevinden ibarettir.
          Turgut’un bu görüşüne saygı duyuyor ve aynen katılıyorum.
          Türkiye’yi idare etmede görev alanların toplaştığı yerin bile büyük bir adı var; Türkiye Büyük Millet Meclisi… O halde, burada yer alanların da gerçekten onurlu, dürüst, saygın ve bilge kişiler olması gerekir.
          Düşünün ve irdeleyin bakalım, 550 milletvekilinin kaçı bu vasıfları taşıyor?
          Bir kere, Devlete memur alırken dahi yüksek tahsil şartı aranıyor ama memurları idare edecek kişilerde (yani milletvekilleri için) böyle bir şart aranmıyor.
          Öte yandan daha önce suç işlemiş ve mahkûm olmuş kişilere de TBMM’ne girme izni veriliyor. İş bununla da kalmıyor, aynı durumdaki kişiler; bakan, başbakan, cumhurbaşkanı olabiliyor.
          Şimdi soruyorum; “Onurlu , dürüst, saygın, saygın, bilge kişilik” vasıfları nerede?
          Üstelik, kişi seçilipte TBMM çatısı altına girmişse; çelikten bir zırhla korunuyor adeta… Buna “Dokunulmazlık”  diyoruz. Milletin aslına dokun ama vekiline dokunma!..
          Keşke iş bununla kalsa, nerede?
          Her türlü imkândan yararlanıyorlar; yüksek maaş, iki yıl sonrasında çok yüksek maaşla emeklilik, en lüks hastanelerde muayene ve tedavi, en ucuz yemek, etrafında pervane gibi dönen ve yüksek maaşla çalışan diğer görevliler, iletişim ve ulaşımdaki olanaklar vb…
          Özetle, yoğurdun kaymağı onlara ait…
          Bazı milletvekilleri de Türkiye’nin yüce menfaetlerini savunmak için değil de, ülke aleyhine faaliyetlerde bulunmak için seçilmişler.
          Bunlara sağlanan menfaetler, düşündükçe canımı acıtıyor.
          TBMM, ne bu gibilerin, ne de geçmişi karanlık kişilerin saklanma yeridir.
          Aksine durumlar, siyaset ve demokrasi çarkındaki olumsuzlukların
istenmeyen, beklenmeyen görüntüleridir.
          Ve… bu olumsuzluklar ülkenin selâmeti için yok edilmelidir. 
              

MİLLİYETÇİLİK - İsmail KARA

      MİLLİYETÇİLİK
                                                        ---İsmail KARA---
        Dünyanın her yerinde insanlar, ister istemez kendilerini bir kısım insanlara daha yakın hissederler.
        Aynı soydan, aynı ırktan gelme fikri bir yakınlık oluşturur.
        Ortak dil ve anlaşma,
        Renk,
        Din,
        İdeal (ülkü),
        Tarihi doku ve benzeri bir kısım özellikler de birçok insanı bir arada tutmada önemli rol oynar.
        İnsanları, dolayısıyla toplulukları birbirine yakınlaştıran bu düşünce tarzı da milliyetçiliği doğurur. Milliyetçi düşünenler, mensubu oldukları toplumların daima kalkınmasını, ileri gitmesini ve yükselmesini isterler.
        Bu isteğe hiçbir kimse gem vuramaz.
        Milliyetçilik, tarih boyunca yaşamıştır ve bundan sonra  da aynen yaşayacaktır. Belki bazen zayıflar ama yok olmaz, yok edilemez.
        Bir Fransız, dünyanın neresine giderse gitsin, Fransız’dır.
        Bir Alman, dünyanın her yerinde Alman’dır.
        Bir İngiliz, her yerde İngiliz’dir ve bunlara aksini söyletemezsiniz.
        Ve… bunlara “Ben Fransalıyım”, “Ben Almanyalıyım” gibi lâflar ettiremezsiniz.
        Tabiî bir Türk de her yerde Türk’dür. Ona da aksini söyletmeye kalkmak son derece yanlıştır.
        Ve bir Türk’e de “Ben Türk’üm” yerine “Ben Türkiyeliyim” diye söyletemezsiniz. Aksine durum abesle iştigaldir.
        Soyuna, sopuna sahip çıkmak; kimliğine sahip çıkmakla aynıdır.
        Açıkça şunu söylerim ki, bazı insanların milliyetçiliğini hep takdir etmişimdir. Örneğin Yahudiler… Nerede yaşarlarsa yaşasınlar, İsrail’e sürekli sahip çıkarlar, destek verirler.
        Diğer bazı büyük ülkeler, kendi milleti ve ülkesinin çıkarları için neler yapmazlar, neler?.. Bunlar neden yapılır, amaç nedir? Tek kelimelik yanıt “milliyetçilik” değil mi? Var mı başka izah tarzı?
        Nihal Atsız, bir sözünde der ki, “Bir topluluktan müşterek ülküyü kaldırın, insanların hayvanlaştığını görürsünüz”.
        Ben bu bağlamda şöyle söylemek istiyorum; “Ülküsü (ideali) olmayan bir toplum, adeta ot gibidir”.
        Bırakın toplulukları, kişiler bile bir gaye uğruna bir ümit ve sevgiyle yaşarlar. Ümidi ve sevgisi biten insan, yarı ölü durumundadır.
        Vatanını, bayrağını ve milletini seven insanların “Milliyetçilik”; adeta havası, suyu ve ekmeğidir. Başka bir deyişle besin kaynağıdır.